Türkiye’nin Gıda Krizi ve Çevre Felaketi: Adaletsizlik, Yoksulluk ve Çözüm Arayışı
- iugurtoprak
- 21 May
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 17 Haz

Merhaba Sevgili Dostlar;
Bu yazımda yaşadığımız gıda krizinden, çevre felaketlerinden, adaletsizlikten, yoksulluktan ve kurtulmak için çözüm yollarından bahsedeceğim.
Türkiye, derin bir gıda krizi ve çevre felaketiyle karşı karşıya. Gıda enflasyonu rekor seviyelere ulaşmış durumda. Pazar tezgahlarında balık kafası satılıyor, insanlar çorba yapıp karın doyurmaya çalışıyor. Asgari ücret, daha ikinci ayda açlık sınırının altında kalarak milyonlarca yurttaşın temel beslenme hakkını elinden alıyor. Alım gücü erirken, halk sağlıklı gıdaya erişemiyor, sadece hayatta kalmaya çalışıyor. Gıda güvencesizliği, yurttaşlarda ciddi bir strese yol açıyor; sofraya ne koyacağını bilememek, ailelerin psikolojik yükünü artırıyor. Çocuklar okula aç gidiyor, ama bu bile bir lüks. Erkekler 12-13 yaşında okuldan alınıp sanayiye, fabrikalara gönderiliyor, kızlar, çocuk yaşta evlendiriliyor. Eğitim seviyesi düşüyor, suç oranları artıyor. Tüm bu sorunlar, adaletsiz gelir dağılımı, yanlış gıda politikaları ve vergi sisteminin birer yansıması.
Gıdada taklit ve tağşiş, kontrolden çıkmış durumda. Sucukta at eti, eşek eti; zeytinyağında ayçiçek yağı; balda ise arıya güvenmeyen insanların kendi ürettiği şüpheli ürünler… Gıda güvenliği detaylarına bakıldığında, zehirli kimyasallar, hormonlu gıdalar sofralara doluyor. Sahte içkiden ölenlerin sayısı artarken, halkın yediği her lokma bir risk taşıyor. Denetimsizlik ve tekelleşme, bu sorunu derinleştiriyor; büyük şirketler kâr peşinde koşarken, küçük aile çiftlikleri bir bir yok oluyor.
Türkiye’nin gıda politikaları tarihi, bu krizin nasıl oluştuğunu anlamak için kritik bir ayna sunuyor bize. Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1923-1950 arası, tarım ve gıda üretimi kamucu politikalarla desteklendi. Köylü milletin efendisi ilan edildi. Toprak reformu, kooperatifleşme ve devlet eliyle tarımsal üretim teşvik edildi. Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, şeker fabrikaları gibi kurumlar kurularak gıda güvenliği ve güvencesi sağlandı. 1930’larda Türkiye, kendi kendine yeten yedi ülkeden biriydi. Ancak 1950’lerle birlikte, Marshall Yardımları ve ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar, ülkeyi ithalat sarmalına soktu. Tarım makineleri ithal edildi, köylü borçlandırıldı, yerli üretim yerine ithal gıdaya bağımlılık arttı. 1980 darbesi sonrası neoliberal politikalarla bu süreç hızlandı. Turgut Özal döneminde özelleştirmeler başladı. Tarım destekleri kesildi. Küçük aile çiftlikleri çöktü. 2000’lerle birlikte IMF ve Dünya Bankası dayatmaları, kimyasal gübrelerle tarımı tamamen piyasaya teslim etti. AKP iktidarında ise, tarım arazileri imara açıldı, rant giderek arttı, kamu kurumları özelleştirildi, ithalat rekor kırdı. Cumhuriyetin kazanımları -kamucu tarım politikaları, kooperatifler, devlet destekli üretim- babalar gibi satıldı. Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, şeker fabrikaları, yem ve gübre fabrikaları elden çıkarıldı. Bu tarih, kendi kendine yeterlilikten tekelleşmeye ve açlığa uzanan bir çöküşün öyküsü sevgili dostlar.
Çevre kirliliği, bu krizi daha da vahim hale getiriyor. Tarım arazileri, meralar, zeytinlikler imar ve rant uğruna talan ediliyor. Sulak alanlar ve su havzaları kirletiliyor, biyoçeşitlilik azalıyor, su hakkı yok sayılıyor. Büyükşehirlere dayatılan “Bütün Şehir Yasası” ile köyler mahalleye dönüştürüldü. Köylerden öğretmenler, doktorlar, mühendisler, veteriner hekimler çekildi, geriye sadece imamlar kaldı. Kadın emeği söndürüldü, köylü toprağından koparıldı. Yurt içi ve yurt dışı için üretilen ürünler, zehirli kimyasallarla dolu birer tehdit haline geldi. Hepimizin yoksul, çoğumuzun aç olduğu bir ülkeye dönüştük. Market raflarında fiyatlar her hafta değişiyor, yerli üretici destek göremiyor, çiftçi borç batağında, köylü toprağını terk ediyor. Güvenli ve sağlıklı gıdaya yalnızca zenginler erişebiliyor. İşsizlik, yoksulluk ve umutsuzluk gençleri göçe, suça iterken, yetersiz beslenme hastalıkları artırıyor. Elektrik, su, doğalgaz faturaları ödenemiyor; halk ısınamıyor, aydınlanamıyor.
Bu kadar olumsuzluk tan sonra bu karanlık tablodan çıkış mümkün mü peki? Evet, ama ancak bu kapitalist düzenin kökten değişmesiyle mümkün bu. Sosyalizm, bu krizin panzehiri olabilir; çünkü üretim araçlarının halkın eline geçtiği, adaletin ve eşitliğin esas alındığı bir sistem gerek bize. Kamucu tarım ve gıda politikalarının önemi de burada devreye giriyor. Peki, sosyalist bir bakış açısıyla neler yapılmalı?
İlk olarak, tarım ve gıda üretiminde kamulaştırma sağlanmalı. Özelleştirilen fabrikalar ve kurumlar yeniden devletin kontrolüne alınmalı, halkın ihtiyaçlarına göre üretim yapmalı. Piyasayı regüle etmeli. Tarım arazileri, meralar ve zeytinlikler koruma altına alınarak imar rantına kurban edilmemeli. Köylüye ücretsiz tohum, gübre ve ekipman sağlanmalı. Çiftçiye bilgi ve eğitim desteği sağlanmalı. Küçük aile çiftlikleri yeniden canlandırılmalı, tekelleşme kırılmalı, çiftçi kooperatifleri teşvik edilerek aracıların sömürüsü ortadan kaldırılmalı. Gıda fiyatları halkın alım gücüne göre düzenlenmeli, gıda egemenliği sağlanmalı, halkın sağlıklı besine erişme hakkı garanti altına alınmalı.
İkinci adım olarak, çevre kirliliğine karşı agroekolojik tarım benimsenmeli. Zehirli kimyasallar, ürünler yasaklanmalı, Kullanılmaması için denetimler sıklaştırılmalı. Biyoçeşitlilik korunmalı. Sulak alanlar ve su havzaları temizlenmeli, su kaynakları kamulaştırılarak her yurttaşın temiz suya erişimi sağlanmalı. Kentten köye göç teşvik edilmeli; köylerde kadınlar, gençler, öğretmenler, doktorlar, mühendisler ve veteriner hekimler için yaşam alanları oluşturulmalı. Kadın emeği yeniden tarımın merkezine yerleştirilmeli, kooperatiflerde kadınların öncülüğü desteklenmeli.
Üçüncü olarak, gelir dağılımındaki adaletsizlik giderilmeli. Asgari ücret refah sınırına çekilmeli, vergiler zenginlerden ve sermayeden alınarak halka sosyal hizmet olarak dönmeli. Eğitim ve sağlık ücretsiz olmalı; çocuklar fabrikalara değil okullara gitmeli, erken yaşta evliliklere izin verilmemeli, kız çocuklarının eğitimi için özel programlar devreye sokulmalı. Gıda güvenliği için taklit ve tağşiş yapanlara ağır cezalar getirilmeli, denetimler sıkılaştırılmalı, halka ucuz, sağlıklı ve güvenli gıda ulaştırılmalı.
Son olarak, üretim halkın kontrolüne geçmeli. İşçiler, köylüler ve emekçiler, kooperatifler ve halk meclisleri aracılığıyla yönetime katılmalı. Rant projeleri durdurulmalı, kaynaklar barınma, gıda ve eğitime yönlendirilmeli. Kapitalizmin kâr hırsı yerine, sosyalizmin dayanışma ve eşitlik ilkesi hakim olmalı. Köylerden çekilen öğretmenler, doktorlar, mühendisler, veteriner hekimler geri dönmeli; imam merkezli değil, bilim ve üretim odaklı bir kırsal yaşam inşa edilmeli.
Türkiye’nin bu krizi aşması, elbette halkın kendi geleceğine sahip çıkmasıyla mümkün. Sosyalizm, bu sahip çıkışın yol haritasıdır; çünkü o, bir avuç zenginin değil, milyonların refahını hedefler. Balık kafasından çorba değil, sofralarda balık görmek istiyorsak, gıda egemenliği ve agroekolojik tarımla desteklenmiş kamucu bir sistem kurmalıyız. Adalet, eşitlik ve insan onuru, başka bir Türkiye’nin temel taşları olmalı. Tüm dileğimiz ve çabamız, öyle bir ülkede yaşamak ve gelecek nesillere de böyle bir ülke bırakmak için.
Dostlukla & Dayanışmayla
17.03.2025 - Yenigün Gazetesi





Yorumlar