top of page

16 Ekim Dünya Gıda Günü


ree

Evet Sevgili Dostlar;

Bugün 16 Ekim Dünya Gıda Günü. Türkiye’de birçok gün gibi kutlayamadığımız, ama kutlayacağımız günler için mücadeleye devam ettiğimiz günlerden biri.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 1979 yılında almış olduğu bir kararla kuruluş günü olan 16 Ekim’i "Dünya Gıda Günü" olarak ilan etti. 16 Ekim tüm dünyada açlık ve yetersiz beslenme ile mücadele yollarının arandığı bir gün olarak değerlendirilmekte. Her yıl farklı bir tema belirlenmekte olup bu yılın teması da “Su Hayattır, Su Gıdadır. Kimseyi Geride Bırakma!..”

FAO son birkaç yıldır bu sloganı kullanıyor. “Leave No One Behind!..” Kimseyi Geride Bırakma!..

Gayet güzel bir slogan.

Lakin uygulanabilmesi, özellikle de ülkemizde, hele bu zihniyetle. Ne Mümkün, Na Mümkün!

The Economist tarafından derlenen gıdaya ekonomik gücün yetmesi, erişebilme, kalite ve güvenlik unsurlarını içeren Küresel Gıda Güvenliği Endeksinde Türkiye, halkının gıda ürünlerini “satın alabilirliği” sıralamasında 113 ülke arasında 65'inci sırada yer alarak bırakın gelişmiş ülkeleri, Botsvana, Şili, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün gibi pek çok ülkenin gerisinde kaldı.

Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı tarafından hazırlanan Dünya Yoksulluk Haritası’na göre, Türkiye’de nüfusun yaklaşık 15 milyonu yeterli gıda tüketemiyor ve her ay on binlerce yurttaşımız bu listeye ekleniyor. Türkiye’de 5 yaş altı yaklaşık 1 milyon çocuk akut yetersiz beslenme yaşıyor; yani, çocuklar ihtiyaç duydukları besinleri alamadığı için gelişemiyor. Yaklaşık 3 milyon çocuk ise kronik yetersiz beslenme yaşıyor. Türkiye'nin de içinde bulunduğu ülkelerin büyük bir kısmında, gelir dağılımındaki adaletsizlikler nedeniyle, açlık sınırında yaşayan insanların sayısı küçümsenmeyecek düzeyde. Gelirin, verginin, gıdanın ve suyun adaletsiz dağılımı temiz, sağlıklı ve güvenli gıda ile suya ulaşmayı giderek zorlaştırdığı için sağlıklı yaşamak artık lüks haline geldi.

Yine FAO‘nun verilerine göre dünyada her dokuz kişiden biri yatağına aç girerken, yaklaşık 1,4 milyar kişi obez ve bu nedenle sağlık sorunları yaşıyor. Aslında, yaşanan açlık ve yetersiz beslenmenin nedeni üretim yetersizliği değil, üretim ve tüketimin adaletli bir şekilde sağlanamamasıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de belirtildiği gibi, insanların temel gereksinimi olan gıdanın eşit ve adil dağıtılmadığı bir dünya güvenli değil. Kimseyi Geride Bırakmamak bu anlamda oldukça önemli.

1966 yılında kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinde, "Cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun, her insanın her zaman sürekli, yeterli, güvenli ve kültürel tercihine uygun gıdaya veya gıda üretmek için gerekli araçlara ulaşma hakkı vardır. İnsanlar gıda ihtiyaçlarını kendi kontrollerinin dışında, engelli, yaşlılık, ekonomik yetersizlikler, hastalık, felaket ya da ayrımcılık gibi durumlarda karşılayamadıkları zaman gıda ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır." der. Gıdaya yeterli ve dengeli bir biçimde ulaşmak da tek başına bir çözüm değil aslında. Bu kavramların tam anlamıyla yerine oturması için, tüketilecek olan gıdanın her türlü zararlı etmenden arındırılmış olması ve bir yandan beslerken diğer yandan insan sağlığını olumsuz etkilememesi gerekir. En doğal haklarımızdan biri olan gıda hakkımızı kullanırken, gıdalarımız toksin, deterjan kalıntıları, ağır metaller gibi zararlı maddeleri içermeme konusunda garanti altında olmalı.

Peki ya öyle mi?

Buna da gönül rahatlığıyla evet diyebilmek için bütün mücadelemiz. Cevap mı? Ne mümkün, na mümkün!

Çünkü, temiz bir çevre, temiz bir toprak, güvenli bir su yoksa güvenli gıda da yoktur. Her gün pestisitlerle kirlenen toprak, nehirler, denizler ve hatta yeraltı su kaynakları. Elbette sadece pestisitler de değil. Kimyasal gübreler, ağır metaller, endüstri atıkları, asit yağmurları, radyoaktif vb maddeler…

The Economist tarafından derlenen Küresel Gıda Güvenliği Endeksinde Türkiye, gıda güvenliğinde en çok kan kaybeden 7'nci ülke olarak 47'nci sırada yer alıyor.

Hal böyleyken, hemen her gün bir gıda zehirlenmesi haberiyle karşı karşıya olduğumuzu, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın taklit ve tağşiş yapan firmaları ifşasını (ki uzun zamandır yapılmıyor), kayıt ve kontrol dışı gıda üretiminin hala var olduğunu ve yapılan denetimlerin yetersizliğini göz önünde bulundurursak, ülkemizde gıda güvenliğinin sağlandığından söz etmemiz pek de mümkün gözükmüyor. İklim değişikliği, tarımsal verim düşüklüğü, tarım arazilerinin ranta peşkeş çekilmesi, tarım girdi fiyatlarının artması, artan gıda enflasyonu, alım gücünün düşmesi, özellikle 2000 yılından sonra uygulanan yanlış tarım politikaları sonucu maalesef gıda güvencesi de tehlikede. Tarımsal ürün ithalatının ihracatı aşması, tohum dahil dışa bağımlı bir ülke haline gelmemiz ne yazık ki ülkemizde gıda egemenliğini de sıkıntıya sokuyor.

Aile çiftçiliği, biyolojik çeşitliliğin, gıda egemenliğinin ve sağlıklı beslenmenin temel unsuru. Gelişmiş ülkelerde yok olmaya yüz tutmuş ve tekrar dönülmek istenilen aile tarımı ve küçük çiftçilik konusunda ülkemiz daha şanslı bir konumda. Yukarıda saydığımız gerekçelerle, tarımda ve tarımsal üretimde önemli bir girdi sağlayan, yerel anlamda üretime ciddi destekleri olan ve geleneksel üretim girdilerini kullanarak bugünden yarına ulusal bir birikim ve geçmişin oluşturulmasında önemli katkıları olan aile tarımcılığı ya da küçük çiftçilik mutlaka desteklenmeli. Fiyat dalgalanmalarının olumsuz etkilerini azaltmak için hükümet acil olarak kayıt dışılığı azaltmalı. Toprak analizleri yaptırarak bölgelerde üretilebilecek ürünleri belirlemeli, arz talep dengesizliğini ortadan kaldırarak alım garantili üretim yaptırmalı, çiftçilerimizi eğitip sözde değil emeklerinin karşılıklarını alabilecekleri şekilde destekleyip yeniden üretime yöneltmeli. Çiftçilerimizi üretimden uzaklaştıran olumsuzlukları düzeltmeli, kooperatiflere müdahaleyi azaltmalı ve daha fazla desteklemeli, üretici kooperatiflerinin yanı sıra tüketici kooperatiflerini de yaygınlaştırmalı, lojistik kayıpların azaltılmasını sağlamalı. Meralarımızı ve tarım arazilerimizi koruyup sürdürülebilir kılmalı, biyoçeşitliliğe ve yerel tohumlarımıza sahip çıkıp su yönetimi ve gübre kullanımı konusunda daha iyi düzenlemeleri hayata geçirmeli. Çiftçileri, esnafı ve emekçi halkı ekonomik olarak koruma altına almalı. Tarımın, serbest piyasa koşullarına terk edilemeyecek kadar stratejik bir sektör olduğu unutulmamalı, tarım açısından yeterli toprak büyüklüğü ve verimliliğine sahip ülkemiz; kendi öz kaynaklarına yönelmeli.

Sonuç olarak, yaşadığımız bu gıda krizinden kurtulabilmenin ancak rant ve beton ekonomisi yerine üretim ekonomisini, sermayenin öncelikleri yerine kamusal ve toplumsal çıkarları, gündelik politikalar yerine planlı kalkınmayı önceleyen “Kamucu Tarım ve Gıda Politikaları”nı savunmakla ve yaşama geçirmekle mümkün olabileceğini anlamalıyız.

Unutulmamalı ki, yaşamak nasıl bir insan hakkı ise, sağlıklı, güvenli ve yeterli gıdaya ekonomik olarak ve sürdürülebilir bir biçimde ulaşabilmek de bir insan hakkıdır ve bunu sağlamak kamunun en önemli görevlerinden biridir.

Açlığın, yokluğun ve yoksulluğun son bulduğu, hakça ve adil paylaşımın olduğu bir ülke ve dünyada nice 16 Ekimlere…


Dostlukla & Dayanışmayla


16 Ekim 2023 - Yenigün Gazetesi

 
 
 

Yorumlar


© 2025 by Turiakopurg

bottom of page